Mandalina çiçeği kokusunun peşinde; Sığacık, Teos ve Dionysos
Yaşam tüm hızıyla ilerlerken küçük dünyalarımızda, bir yerlerde hayat alabildiğine yavaş, sakin ve huzurlu. Yorgun kalplerimize, ruhlarımıza iyi gelecek maviler, yeşiller çok uzaklarda değil deyip düştük yollara.
Seferihisar ilk yavaş şehrimiz. Yavaş şehir olmanın bir felsefesi var. Bu konudaki öncü girişimleri Belediye Başkanı Tunç Soyer desteklemiş. Cittaslow, slowfood hareketleri İtalya merkezli bir hareket. Şu an dünya da 30 ülkede 208, Türkiye’de 11 kentimiz var. Bunlar Akyaka, Gökçeada, Seferihisar, Yenipazar, Halfeti, Vize, Perşembe, Taraklı, Şavşat, Yalvaç ve Uzundere.
Biz de, bu kentin denize kıyısı Sığacık’ı tam da hızdan bunaldığımız bir anda Milan Kundera’nın dediği gibi yaşadık.
“Yavaşlığın düzeyi anının yoğunluğuyla doğru orantılıdır; hızın düzeyi unutmanın yoğunluğuyla doğru orantılıdır. Yavaşlık ile anımsama, hız ile unutma arasında gizli bir ilişki vardır. Bir şey anımsamak isteyen kimse yürüyüşünü yavaşlatır. Buna karşılık, az önce yaşadığı kötü bir olayı unutmaya çalışan insan elinde olmadan yürüyüşünü hızlandırır.”
27 Mayıs sabah erkenden yollara düşmüş bizi birlikte seyahat ettiğimiz dostlarımızla bir araya getiren oğullarımızın anaokulu öğretmeni sevgili Olcay Hanımın Minikolojisi’ni gördük. Hava ılık, İzmir çiçekleriyle, portakallı, limonlu sokaklarıyla karşıladı bizi, dut ağaçlarından yapılmış taklarıyla. İzmir hep özlenen güzel şehir.
Öğleden sonra Çeşme yolundan ilerleyip, kendimizi Seferihisarda bulduk, mandalina çiçeği kokulu yollardan geçecek minicik kalesi ile Sığacık’ta. Mandalin Pansiyonumuz hemen kalenin giriş kapısında, kalenin surlarının içinde mini sokakları, çiçekli, özenli evleri ile sıcacık bir Sığacık. Mandalin Pansiyon 4 odalı, özenli temiz, gereksinim duyabilecek konfor ihtiyaçlarını düşünmüş, tatlı evsahibeleri ile rahatlıkla tavsiye edilecek bir pansiyon. Biz o dönem ayrılacak bir 5. Oda olamadığı için hemen 50 metre ötedeki Nesrin Hanımın apartında kaldık. Çıtı pıtı iki odası, tertemiz çarşafları, banyosu ve mutfağıyla eski bir Sığacık evinin üst katı olan apart 3 gecelik yuvamız oldu. Eşyalarımızı yerleştirip, hemen soluğu sokakta aldık. Ne kadar yavaşlamak istesek de listemiz kabarık, gezilecek tadılacaklar var. Olsun, yeter ki hız bunun için olsun.
Cenevizlilere kadar tarihlenen Sığacık kalesinin hemen yanında limanı var, modern bir yat limanı da eklenmiş yanına, tam bir göl gibi, benim Selimiye, Ayvalık, sakin denizlerime bir yenisi eklendi, Sığacık’ın keşfiyle. Limanı dolanıp, diğer uçtaki tepeyi aştığımızda arkamızda kalan kale ve liman manzarasını ayrı, önümüzdeki güzel denizi ile Ekmeksiz koyunu ayrı beğeniyoruz. Tabelaları izleyerek Teos antik kentine ulaşıyoruz. Yüzlerce yıllık zeytinlikleri ve Mandalinlikler arasında bir cennet.
Kazı amacıyla İonia’ya gelen Freya Stark, “Önüme tüm İonia’yı koysalar, yaşamak için Teos’u seçerdim” demiş. Ben de farklı düşünmedim doğrusu. Teos Boiotia’daki Orkhomenos’tan gelen Minyas halkı tarafından kurulmuş. İonialılar ve Atinalılar gelmiş, şehir korunaklı limanı sayesinde deniz ticaretinden önemli bir yer kazanmış. Hatta diğer 12 İon kenti arasındaki merkezi konumu nedeniyle, M.Ö. 600 yıllarında Miletoslu Thales Teos’un politik merkez olmasını önermiş. Bu öneri kabul edilmemiş olsa da Pers işgaline kadar Teos önemini korumuş. Daha sonra Lysimakhos döneminde Teos ve yakınlardaki Lebedos sakinleri, yeni Efes’in kuruluşu için yerlerinden edilmişler.
Teos’un baştanrısı Dionysos’muş. M.Ö. 3. Yüzyılın sonlarına doğru, tüm Yunan dünyasına oyuncular ve müzisyenler sağlayan Dionysos Sanatçılarının Batı Anadolu koluna merkez seçilmiş. Çevredeki kentlerde müzik, tragedy ve dini konularda gösteriler yapmışlar ve şubeler açmışlar. Bugün Seferihisar yakınlarında bir mahalle olan, yarısı Urla’ya bağlı Bademler köyünde kendi kendine senaryolar yazan ve köydekilerle birlikte oynanan bir kadından bahsedince ev sahibelerimiz, Dionysos ruhunun halen buralarda dolaştığını düşündüm. Bademler Tahtacı Türkmenlerinin aydınlık bir köyü olarak bilinse de, geçmişin yaşayan halkları bir anda yok olmadılar elbette.
Teos bizi antik tiyatrosu, son dönemlerin korkutucu restorasyon facialarını anımsatan beton tabanlı Dionysos Tapınağı, senatosu ile karşıladı. Yaşlı zeytin ağaçlarının yol gösterdiği bir patikadan bu güzel konumlu burun üzerinde yer alan kentten kalanları gelincikler ve dev papatyalar eşliğinde gezdik. Biraz daha bilgi, güzel olabilirdi. Bunca arkeoloji bölümü, bunca kent, … acaba bugünün kentleri, belediyeleri, kendi öncüleri olan yerleşimlerin turizm potansiyelini artıracak kazılara katkıda bulunamazlar mı, yerel şirketler destek veremez mi? Daha fazla bilsek, daha fazla öğrensek.
Gün batımı için kendimizi kıyıyı parsellemiş iki restorandan birine attık, huzurlu ama yerinin kirasını da içeren pahalı biralarımızı yudumladık, bu sakin şehri dinledik, iyot kokusunu soluduk, güneşin vedasını izledik. Şehri araştırdığımızda mezeleri ile ünü belirginleşmiş, Kaleçindeki Milos Restoranı hedefledik. Ortam sevimli, beyaz mavi bir Ege havası, mezeler de güzel ama neden bilmem belki okuduklarımdan bir fark beklemiştim. En lezzetliler kalamar, fesleğenli levrek, saganaki peynir ve koruk ekşisiydi. Beklentimizi tam olarak karşılamayanlar ise karides ve ahtapot ızgara oldu. Yemek sonunda Milos tatlısı olarak ikram edilen tahinli ve cevizli revaniyi de beğendik. Kendimizi yıldızların altındaki, mandilina çiçeği kokan samimi, daracık sokaklardan yürüyerek konaklayacak odalarımıza attığımızda, birşeyler okuyacak halimiz kalmamış, açık havadan bayılmış vaziyetteydik.
Sabah 9:00 da kendimizi Mandalina Pansiyonun avlusunda bulduk. Hımm özenle hazırlanmış reçel tabağıyla kahvaltımız soframız bambaşka güzel. Evsahibemiz reçelleri kendi yapıyor, favorimizi limon reçeli oldu bayıldık, eşinin kapya biber reçeli de onunla yarışır nitelikte. İnsan fark yaratan bu detay için, bir kere daha gelmek ister. Güzel düşünülmüş detaylar…
Sonra Bademler Köyü üzerinden Urla’ya yönlendiyoruz. Son dönemde Urla zeytinciliği, şarapçılığı ve bu diyardaki güzel yazlık evleri ile gözde kentlerden. Bademler tarafından bakınca beni ilk çeken ince bir yolla karaya bağlı Adacık oluyor. Bütün Urla saatlerimiz boyunca çocuklar da ben de adaya gitmek istiyoruz. Urlaya iner inmez şirin görüntüsü ve dekoru ile sahilde Denizaltı cafe bizi karşılıyor, biraz yürüyüp sahili keşfe çıkıyoruz. Şehir bahara, yaza yeni uyanıyor. Sahilden eski limana doğru ilerlediğimizde bir süpriz bizi bekliyor.
Limantepe, Ankara Üniversitesinin 1992’den beri sualtı araştırmalarını yürüttüğü önemli bir sualtı kazı alanı. Limanın sonunda da Kaş Uluburun batığının yapılmış bir eşi / replikası karşılıyor. Urla sualtı arkeolojisinde stratejik bir antik liman olması nedeniyle pek çok buluntuyu saklamış, bunların sergileneceği Urla Sualtı Arkeoloji Müzesinin Vehbi Koç Vakfıyla ortaklaşa projeleri önümüzdeki günlerde birçok esere ev sahipliği yapabilecek.
Bir ada meraklısı olarak, uzaktan izlemeye doyamadığım Karantina Adası ile halen poliklinikler barındırıyor ve maalesef girişe izin yok. Uzun zaman bu yalnızlığını koruyamayağını düşünüyorum.
Hedefimizde epeyce bir methedilen Artemis Restoran olduğu için Urla’da fazla oyalanamıyoruz. Enginar en muhteşem zamanındayız. 1 gün sonra Urla’da enginar festivali var. Tuhaf olan Urlaya gittiğimizde bununla ilgili bir tanıtımı görememek, ama nedense sosyal medyadan duyabiliyoruz.
Artemis, Düzce Köyü yakınlarında, İzmir Seferihisar yolundan Düzce istikametine sapıyorsunuz, dümdüz ilerleyip iki köprü geçtikten sonra, Mandilina bahçeleri arasından ulaşıyorsunuz. Aşağısı enginar tarlası olan hafifçe yüksek bir yerde dutlar, ağaçlar altında masalarda huzur buluyorsunuz. Kapalı yeri de var ama ağaçlar altında olmak varken niye? Burada herşey enginarla başlıyor, enginarla bitiyor. Sevmeyen varsa, yanınızda çocuklar varsa köfte ve patates de var, bir üç aylık enginar depomuzu yaptık . Enginar menüsü diyorsunuz onlar getiriyorlar.
- Enginar dolması
- Zeytinyağlı enginar
- Izgara enginar, yoğurtlu
- Enginar salata
- Enginar turşusu
- Enginar güveç
- Etli enginar
- Baklalı enginar
- Enginarlı börek
- Kabak tatlısı ve revani ile servis edilen enginar tatlısı
Hepsi ayrı ayrı lezzetli, bayıldık, afiyetle yedik sonra da bizim için enginar hazırlayıp hazırlamayacaklarını sorduk, sağolsunlar dönüş günü için hazırladılar, nasıl yapacağımızı da anlattılar. 20 yıla yakın süredir, burada hizmet veren restoran pek çok gurmenin yazısına konu olmuş. Babası İzmir Efes Otelinden emekli olan Emre Bey de bir süre otelde çalışmış bir zamanlar. Biz mennun kaldık, denemenizi öneririz.
Artemis retoran; Emre Bey, Düzce Köyü Azmak Mevkii, Seferihisar tel: 0 232 74 81 54
Çeşit çeşit enginarla dolan midelerimizi sakinleştirmek için kendimizi, Ekmeksiz Plajına attık. Günü batırıncaya kadar kumda güneşin keyfini çıkardık.
Ertesi gün Meryem Ana ve Efes yolcusuyuz. Efes’te kazıların ilerlediğini duyuyoruz, Yamaçevlerini düşündükçe heyecanlanıyoruz. Gümüldür ve Özdere’nin güzel plajlarını seyrederek ilerledik yol boyunca. Sonra yangından sonra kendini biraz toparlamış olan Bülbül Dağı’ndan kıvrıla kıvrıla Meryem Ana Kilisesine ulaştık.
Meryem Ana kilisesi Bülbül Dağının tepesinde geçridği yangınlara rağmen halen ağaçlık, bülbüller yine şakıyor, aşağıdaki ayzamasından sular akmaya devam ediyor. Bildiğim tek şey burada huzur olduğu. Otur, dinlen düşün…. Aşağıda ayazmaya inen merdivenlerde ne dilerkler, ne dilekler, Anadolu için din, dil, ırk farketmiyor aslında en temel göstergesi, burası herkes için bir dilek yeri…
Sonra ver elini Efes…. O kadar büyük bir alana yayılmış ki, gerçekten yürü yürü bütmedi. Efes için yazılacak çizilecek o kadar çok şey var ki. Sanırım bu sefer tarihçeyi yazmaya girişemeyeceğim. Ama son gördüğümden bu yana kazılar inanılmaz ilerlemiş. Eski liman tarafındaki meydan açılmış, sütunlar çıkarılmış, yamaçevler iyice ortaya çıkmış, kitaplığın olduğu meydana çok yakın bu villaların duvarları resimlerle süslü, yerlerde ise mozaikler, terasa yayılan saray benzeri dev villa kompleksinin gezerken duvarların üzerin einla edilmiş, merdivenlerden geçiyorsunuz. En tepede İtalyan mozik ustalarının sabırla mozikleri koruma yeniden yerleştirme çalışmalarını izliyoruz, ne değişik meslekler var. İyi ki de var…
Diyeceğim o ki gidin Efesi gezin, bir daha gezin, insanın medeniyet çabası inanılmazlıklarla dolu…mimari, şehir plancılığı bu topraklarda gelişiyor mu geriliyor mu siz karar verin.
Sığacık kaleciğinin içi, sokakları pansiyonlar, küçük lokantacıklar, restore edilmiş evlerle yavaş yavaş başka bir dünyaya kayıyor. Kalenin burçlarından birinde Pazar günleri tamamen yerlisi kadınların el emeği ürünler satılıyor. Al sat yok, temel olan kendi ürünleri olması, börekler, baklavalar, yağlar, zeytinler, salçalar, reçeller, şuruplar, marmelatlar. Biz Pazar trfiği korkusundan bir gün önce hazırlıklarna şahit olabildik.
Tavsiye edebileceğim ve adres gösterebileceğim #marmaladebybarbara, bu Avusturyalı bayanın mürver çiçeği şurubunu, mürverli erik marmaledanı ve yöresel ürünlerden yapılan türlü çeşitlerini önerebilirim.
Hazır Sığacıktayken gidilebilecek yakın yerler arasında Alaçatı da bulunuyor, biz zamanımız dar olduğu için bu konuda şansımızı zorlamadık, biraz daha uzak Çeşmeye attık kendimizi. Bu körfezin böceği Langusta yemek için. Bu çok da lüks olmayan, aksine salaş ve temiz lokantada gezimizi güzel bir gece ile deniz kenarında muhabbetle, yeni gezileri hayal ederek noktaladık. Mezeler ve deniz ürünleri güzel tabi asıl lezzet gitmişken Langustayı yemekte. Keyifli bir gün batımında hep sevgiyle anılacak bir sofra.
Bu yazıyı hazırlayalı neredeyse iki yıl olmuş, daha fazla araştırmak, daha fazla yazmak için saklamıştım ama bu seferlik böyle kalsın, hiç yazıya dökmemiş, hiç kayıt düşmemiş olmaktan daha iyi, ne dersiniz?